Gökyüzüne yükselen bir yıkıntı yığını

toleranzraeume-icon-sprachen-weiß

“Klee’nin, Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Tarihin meleği […] yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp onun ayaklarının dibine fırlatan bir felaket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öyle güçlüdür ki, melek artık kanatlarını artık kapayamaz. Fırtına onu olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler, önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. […]“ Walter Benjamin

Bu duvarda hoşgörünün ötesinde olan, insan hakları ve temel değerlerimizle bağdaşmayan konular ele alınıyor. Burada, geçmişten ve günümüzden örneklerle reddetme ve nefretin ne tür aşırılıklara yol açabileceğini görebilirsin. 25 örnek yardımıyla şiddet ve cinayet kurbanı olan insanların hikâyelerini öğrenebilirsin. Bu örnek hikâyeler, toplumda ve daha iyi bir gelecek için birlikte çalışmanın neden bu kadar önemli olduğunu gösteriyor.

1945’te Nasyonal Sosyalist Almanya yenildi. Böylece Şoah ve İkinci Dünya Savaşı sona erdi. Bu dönemden neleri geride bıraktık, neleri bırakmadık? Nefret suçları, ideoloji motivasyonlu suikastlar, terör ve pogromlar Almanya Federal Cumhuriyeti’nde (BRD), Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde (DDR) ve Birleşik Almanya’da vardı, hâlâ da var. Failler, düşünce biçimleri, yapılar yaşamaya devam ediyor. Filozof Walter Benjamin, tarihin “parçalanmış olanlarını” sürekli yükselen bir yıkıntı yığını şeklinde hayal eder.

Benjamin’in bu metni yazdıktan sonra başka hangi olaylar yaşandı? Kurbanların ve yakınlarının hikâyelerine yeterince kulak veriyor muyuz? Nasıl hatırlamalıydık, neler öğrenmeliydik? Bu duvar bu olayın parça parça kaydını tutuyor: görünen sadece buzdağının tepesi.

Heritage Images / Fine Art Images / akg-images 

2019’da Halle’de sinagogun masif ahşap kapısı bir katliamı önledi

 

9 Ekim 2019 tarihinde, öğlen vakti aşırı sağcı bir Alman, çeşitli çevrimiçi platformlarda bir manifesto yayınladı. Bu manifesto, Yahudiler, kadınlar ve göçmenlere karşı nefret dolu cümlelerle içeriyordu. Ardından nefretini hayata geçirmeye başladı. En büyük Yahudi bayramı–olan kefaret bayramı Yom Kippur günü, Halle’deki Yahudi cemaatine saldırdı. Sinagogda o sırada 51 insan kutlama yapıyordu. 28 yaşındaki fail, kendi yaptığı tabancalar ve patlayıcılarla silahlanmıştı. Sinagog başkanı faili sinagogun güvenlik kamerasından görmüştü. Polise ihbarda bulunsa da polis bayrama rağmen gelmedi. Sinagogun kapısı suikastçının kurşunlarına dayandı. Fail giremeyince sokakta yoldan geçen bir kadını katletti. Adı Jana Lange’ydi. Sonra yakındaki bir döner büfesine saldırarak bir insanı daha öldürdü. Onun da adı Kevin Schwarze’ydi. Polisin onu tutuklamasına kadar saldırgan iki insanı öldürmüş ve başkalarını da yaralamıştı. Halle saldırısından sağ kurtulanlar bugün hâlâ olayın travmatik sonuçlarıyla yaşıyorlar.

 

Antisemitizm ve komplo teorilerinin sonuçları ölümcül

 

Halle saldırısının doğrudan rol modelleri vardı. Halle faili, , tıpkı 15 Mart 2019’da aşırı sağcı Christchurch (Yeni Zelanda) katliamcısı gibi saldırısını canlı olarak yayınladı. O da saldırısını bilinçli olarak planlamıştı. Saldırıdan hemen önce yayınlanan manifestosunda “mümkün olduğunca çok beyaz karşıtını, tercihen Yahudileri öldürme” niyetini açıklamıştı. Açıklamaları, Yeni Sağcıların bir fikrine, sözüm ona “Büyük Takasa” kadar uzanıyor. Bu antisemit komplo teorisi anlatısının destekçileri, Avrupa halkının gizlice “beyaz olmayanlarla,” özellikle de Müslümanlarla değiştirileceğini öne sürüyor. Bu düşüncenin arkasında güya, sıklıkla Yahudiler olarak hayal edilen global seçkinler vardı. Halle’deki gibi suikastçılar bu tür komplo teorilerini, “direniş eylemleri” olarak gördükleri şiddet eylemlerine dönüştürüyor. Sağcı komplo teorisi anlatıları, birçok insanın göçmenlik ve toplumdaki değişim süreçleri karşısında hissettikleri korkulara hitap ediyor. Göçmenliğe karşı yalıtım sözüm ona “bütün sorunların çözümü” olarak sunuluyor. Ne var ki salt “beyaz” bir halk yanılsaması, global bir dünyanın hakikatine uymuyor.

 

Nasyonal Sosyalistler de, “safkan Alman halkı toplumu” takıntısıyla Alman Yahudilerini dışlamış ve onlara zulmetmişti. Günümüzdeyse bu ayrımcılık birçok insanın düşüncelerinde devam ediyor. AfD temsilcileri de bu tür antisemit ve ırkçı fikirlerin propagandasını yayıyor. İnsan düşmanlığı ve hoşgörüsüzlükten ibaret bu ideoloji bir bütün olarak toplumumuzu tehdit ediyor. Suikastçının duruşması sırasında sinagogdan sağ kurtulan bir kadın bunu net biçimde ifade ediyor:

 

“Saldırının hedefi Yahudi olarak bendim. Ama sanığın temsil ettiği zihniyet, bir göçmen, bir kadın ve her birimizin herhangi bir azınlığa ait olabileceği, koşullara göre dezavantajlı olarak damgalanabileceği şekilde çok yönlü ve çeşitli olan Alman toplumunun bir parçası olarak beni hedef alıyor.”

Anastassia Pletoukhina, müdahil davacı

 

Hepimiz işin içindeyiz – Direniş güçleri lazım

 

Sağ kurtulanların bazıları davaya müdahil olmuş ve bu dava hakkında kendi bloglarında bilgi veriyorlardı. Saldırı, mağdurlar üzerinde ağır bir travma yaratmıştı. Bayrama rağmen hiçbir polisin bulunmaması Antisemit tehdide çaresizce maruz kaldıkları duygusu saldırıyla daha da arttı. Mağdurların başka sağcı terör saldırıların kurbanları ve akrabalarıyla dayanışmaya karar vermelerinin nedeni de buydu. Hayata geçen bu dayanışma 2020 yılından beri her yıl düzenlenen “Festival of Resilience” (Türkçesi: Direniş festivali) sırasında gözle görünür hale geldi. Halle ve Hanau saldırılarından sağ kurtulanlar, iki saldırıda katledilenler anısına bir tören kapsamında birlikte anma mumları yaktı. İlk festivalde, 1992’deki Neonazilerin Mölln’deki kundaklama saldırısında annesini, kızını ve yeğenini kaybeden Faruk Arslan da konuşmuştu. Arslan bu konuşmasında failleri tek başına hareket eden, hatta meczup kişiler olarak gösterme girişimlerini şiddetle eleştirdi:

 

“Bizi yıkabileceklerini sanıyorlar. Hayır, daha da güçleniyoruz. Asla geri çekilmeyeceğiz, hep ve her zaman burada olacağız, seslerimiz başkalarına ses olacak.”

Faruk Arslan, Festival of Resilience 2020

“10. kurban olmasın!”

 

2000 ile 2006 yılları arasında “Nasyonal Sosyalist Yeraltı” (NSU) adlı Neonazi terör örgütü Almanya genelinde ırkçı gerekçelerle dokuz insanı katletti: Enver Şimşek, Abdurrahim Özüdoğru, Süleyman Taşköprü, Habil Kılıç, Mehmet Turgut, İsmail Yaşar, Theodoros Boulgarides, Mehmet Kubaşık ve Halit Yozgat. Terör hücresi ayrıca 2007’de polis memuru Michelle Kiesewetter’i de öldürdü. Bunun dışında NSU 1999’dan sonra çok sayıda kişinin yaralandığı en az üç bombalı saldırı ve birçok soygundan sorumluydu.

 

Kurbanların yakınları, daha başlarda cinayetlerin aşırı sağ motivasyonuyla işlenmiş olabileceğine dair uyarıda bulunmuştu. 6 Nisan 2006’da Halit Yozgat cinayetinden sonra Enver Şimşek, Mehmet Kubaşık ve Halit Yozgat’ın yakınları Kassel ve Dortmund’da iki gösteri düzenleyerek talepte bulundular: “10. kurban olmasın!” Ne var ki bu uyarıları devlet de yetkililer de ciddiye almadı.

 

2011’de üç kişilik terör hücresinin kendini ifşa etmesiyle ancak devlet ve yetkililer saldırıları o güne kadar faili meçhul kalan cinayetlerle ilişkilendirebildi. Bundan sonra eylemlerin ırkçı gerekçesini göz ardı etmek artık imkânsızdı. Aynı şekilde terör hücresini cinayetlerinde aşırı sağcı bir ağın desteklediği de göz ardı edilemezdi.

 

Peki, sağcı terör söz konusu olduğunda devletle toplum neden bu kadar uzun süre gözlerini kaçırır?

 

Soruşturan yetkililer, basın ve toplum uzun süre faili meçhul kalan cinayetlerden ırkçı bir ifadeyle “döner cinayetleri” diye anıyordu. Bu şekilde failler, sağcıların çevresi yerine kurbanların çevresine yerleştiriliyordu. “Paralel topluluklardan” ve organize suçtan bahsediyorlardı. Böylece toplumun geniş bir kesimi Almanya’yı sarana ırkçı iklimi inkâr etmiş oluyordu.

 

“Babamı Neonaziler katletti. Bu bilgi şimdi beni rahatlatmalı mı?”

 

Bu soruyu Semiya Şimşek-Demirtas, 2012’de Berlin’de Neonazi hücresinin kurbanları için düzenlenen anma töreninde sordu. Babası Enver Şimşek 9 Eylül 2000’de Nürnberg’te sağcı teröristler tarafından katledilmişti. Yetkililer yıllarca babasının çevresini soruşturdu. Cinayet kurbanını uyuşturucu satıcısı olmakla suçladılar. Bir ara annesinin bile katil olduğundan şüphe ettiler. Soruşturmaya bu şekilde ırkçı temelli olarak yaklaşılması, Semiya Şimşek-Demirtas ve ailesinin kendi yaslarını tutacak ve kayıplarıyla yüzleşecek alan bulamamasının bir nedeniydi.

 

“Babamı Neonaziler katletti. Bu bilgi şimdi beni rahatlatmalı mı?” diye sordu Semiya Şimşek-Demirtas 2012’de. En geç 2011’de faillerin kendilerini ifşa etmesiyle cinayetlerin aşırı sağcı saiklerini herkes anlamıştı. Sağcı NSU ağlarının varlıklarını devam ettirdikleri göz önüne alındığında bu bilgi aslında kimseyi rahatlatamaz. Almanya’da bu tür eylemler yıllarca nasıl mümkün olur? Peki, devletle toplum neden bu kadar uzun süre gözlerini kaçırır?? Kurbanlarla neden empati kurulmaz? Göçmenler “ikinci sınıf Alman” olarak mu görülüyor?

 

Eksik aydınlatma ve gizli servislerle aşırı sağ çevresi arasındaki bağlantılar

 

Eleştirel hukukçular, gazeteciler ve çeşitli sivil toplum girişimleri yetkililerin ve siyasetçilerin cinayetleri aydınlatmadaki eksikliğini ortaya çıkardı. Federal ve Eyalet Anayasa Koruma Daireleri, üç teröristin çevresinde aşırı sağ çevreden çeşitli muhbiri finanse etmişti. Bu muhbirlerden bazıları da daha 1998’de yeraltına inmeye hazırlanan bir üçlüye işaret etmişti. Sayısız ihbara rağmen Federal ve eyalet yetkilileri teröristlerin eylemlerini engelleyememişti.

 

2011’den sonra bu soruşturma hatalarını araştırma komiteleri ve mahkeme süreçleriyle aydınlatma girişimleri yapıldı. Çeşitli yetkililerse bunları engelledi. NSU’nun kendini ifşa etmesinden hemen sonra, 11 Kasım 2011’de, Anayasa Koruma Dairesi çalışanları olası NSU yardımcılarıyla ilgili dosyaları imha etti. Federal Dairenin bir çalışanı 2014’teki aydınlatma girişiminde kontrol edilemesinler diye dosyaların imha edildiğini açıkladı. Bu itirafın arkası gelmedi. Anayasanın korunmasından sorumlu çeşitli daireler NSU saldırılarını kapsamlı olarak aydınlatmak yerine muhbirlerini korunmayı tercih etti. Bu örtbas etme taktiği anayasanın korunmasından sorumlu kurumların NSU yapısına ne ölçüde karıştıklarını veya buna dahil olduklarını ne ölçüde saklamaya çalıştıkları sorusunu gündeme getiriyor.

 

NSU’nun nasıl ortaya çıktığı, destekçilerinin kimler olduğu ve yetkililerin bilgisi ve rolünün ne olduğu gibi birçok soru bugüne kadar yanıtsız kaldı. Bu tür eylemlerin ve soruşturma hatalarının tekrarlanmasını engelleyecek önlemler sadece tam bir aydınlatmadan sonra alınabilir. NSU destek ağı böylece hem varlığını sürdürüyor hem de hâlâ bir tehdit oluşturuyor. Ağustos 2018’den sonra bir grup aşırı sağcı Alman, 140’tan fazla ölüm tehdidi gönderdi. “NSU 2.0” imzasıyla ırkçı NSU cinayetlerine gönderme yapıyorlar.

Önceden ilan edilen bir pogrom

 

Rostock-Lichtenhagen’daki Sonnenblumenhaus binasında sığınmacılar için merkezi kabul merkezi bulunuyordu. Komşu binada Vietnamlı sözleşmeli işçilere verilen daireler vardı. 22-26 Ağustos 1992’de sağcı bir güruh binaya defalarca saldırıp sonunda kundakladığında etrafta bulunan vatandaşlar alkışlayıp tezahüratta bulunmuştu.

 

Pogromdan haftalar önce mahalle sakinleri Rostock Belediyesi ve Mecklenburg-Vorpommern Eyalet Hükümetine Zentrale Aufnahmestelle für Asylbewerber (ZASt-Sığınmacılar için Merkezi Kabul Merkezi) etrafındaki sözde dayanılmaz şartları şikayet etmişlerdi. Sonnenblumenhaus aşırı kalabalıktı. İçişleri Bakanlığı çoğunluğu Romanya’dan gelen Romanlar olmak üzere daha fazla evsiz sığınmacıyı kabul etmeyi reddetmişti. İnsanlar günlerce kayıt olmak için beklerken binanın önündeki çimenlikte gecelemekten başka çareleri yoktu. Rostock Belediyesi mobil tuvalet bile sağlamamıştı. Sonuç: Birçok mahalle sakini bu şartlardan sığınmacıları haksız yere sorumlu tuttu.

 

Rostock, sağcı popülistlerin mevcut ırkçılığı körükledikleri bir sahne  olarak kullanıldı. Basının ilgisi artıyordu. Yerel gazeteler sakinlerin görüşlerini ve “adaleti eline alma” çağrılarını eleştirmeden yayınlıyordu. Sağcıların şiddet duyuruları böylece yayıldı.

 

Pogrom zihniyeti yaygınlaşırken şehir yönetimi güruhu engellemiyor

 

Pogrom 22 Ağustos Cumartesi günü başladı. İlk gün Sonnenblumenhaus etrafına 1000-2000 kişi toplandı. Özellikle de gençler ve genç erkekler tezahürat ve alkışlar eşliğinde havai fişeklerle birlikte taş ve yanıcı maddeler attılar. Şiddet duyurusuna rağmen polis çok yetersiz personelle bölgedeydi ve öfkeli güruhun hedefi haline gelmişti.  Zaman zaman polis pogrom alanından tamamen çekilip Sonnenblumenhaus sakinlerini kendi hallerine bıraktı. Bu yüzden de mahalleden birçok kişinin de bulunduğu sağcı şiddet yanlısı failler hiçbir engelle karşılaşmadan camları kırdılar. Bina adeta kuşatıldı. Yangın çıktı.

 

23 Ağustos Pazar gününden itibaren Neonazi ve Skinhead grupları bir kez daha destekçilerini, bu sefer daha güçlü olarak Rostock’a gelmeleri için harekete geçirdi. Aşırı şiddet gittikçe bir “halk festivali havasına” büründü. Pazar akşamüzeri de Lichtenhagen mahallelileri tekrar binanın etrafında toplandı. 24 Ağustos Pazartesi akşamüzeri eyalet hükümeti nihayet sığınmacıları taşıdı. Bunun üzerine sağcılar 15 yıldır Vietnamlı sözleşmeli işçilerinin yaşadığı komşu binaya saldırdı.

 

Siyasi sorumlular başarısız

 

Günler süren taşkınlıklar sırasında ne polis ne belediye ne de Eyalet Hükümeti tehdit edilen insanların korunmasıyla ilgilenme ve pogromu bitirme sorumluluğunu üstlendi. Pazartesi gününe kadar polis durumu kontrol altına alamadı. Federal İçişleri Bakanı Seiters, Başbakan Seite, Eyalet İçişleri Bakanı Kupfer ve eyalet emniyet müdürlüğünün bir kısmının o sabah gizli bir görüşmede ne görüştükleri bugüne kadar bilinmiyor. ZDF muhabiri Jochen Schmidt çekim ekibiyle birlikte Pazartesi günü Sonnenblumenhaus binasında çıkan yangın nedeniyle hayati tehlike atlatmıştı. Jochen Schmidt ayrıntılı haberinde Federal ve eyalet düzeyindeki siyasi sorumluların siyasi tartışmayı sığınma kanunlarının sertleştirilmesi yönünde etkilemek amacıyla gerilimin tırmandırılmasına kasten izin verdiklerini ileri sürmüştü.

 

Çatıdan kurtuluş

 

Saldırılar zirveye ulaşmış olmasına rağmen polis Pazartesi günü saat 21 sıralarında geri çekildi. Dakikalar sonra yangın çıktı. İtfaiye çağrıldı ama saldırganlar ve seyirciler yolu kapattıkları için yangın söndürülemedi. Dışarıdaki kalabalık Nazi sloganları atarken binadaki 120 insan için oluşan duman hayati tehlike yaratmaya başlamıştı. Vietnamlılar, güvenlik görevlisi, birkaç yardımcı ve televizyon ekibi bir kaçış yolu arıyordu. Kırılan bir acil kapısından aynı şekilde yanan komşu binaya, buradan da çatıya ulaşırlarken silahlı sağcılar aşağıdan binaya hücum etti. Belediyenin göçmen görevlisi ve görgü tanığı Wolfgang Richter çatıdan manzarayı şöyle hatırlıyordu: “Bağırıp çağıran, alkışlayıp tezahürat yapan binlerce kişi, gençleri sürekli kışkırtıp köpürten yetişkinler… Ve biz… bütün bunların olabilmesi karşısında şaşkına dönmüştük.”

 

Pogromun siyasi mirası devam ediyor

 

Aynı gün Başbakan Berndt Seite, Federal İçişleri Bakanıyla düzenlediği bir basın toplantısında şiddet faillerinin davranışını haklı çıkardı. Pogrom mağdurlarına tazminat ödenmedi. Mahalleliler bir ay kira ödemek zorunda kalmazken Vietnamlıların çoğu oturma izinleri için mücadeleye devam etmek zorunda kaldı. Romanlar sınır dışı edildi. 1993’te sığınma hakkı bir anayasa değişikliğiyle kısıtlandı.

 

Önceki yıllarda daha Alman basını baş sayfalarında “gemi doldu” manşetleriyle tartışmayı körüklemişti. Rostock-Lichtenhagen pogromu ırkçılık yüklü bu göçmenlik tartışmasının hem dışavurumu hem de hızlandırıcısı oldu. Sığınma kanunundaki değişiklikle sağcılar ve sağcı popülistler amaçlarına ulaşmıştı. Pogromdan sonraki haftada Mecklenburg-Vorpommern’de sığınma merkezlerine beş saldırı daha yapıldı. Lichtenhagen’deki şiddet faillerinin çok azı mahkemeye çıkarıldı, çıkarılanlar da hafif cezalar aldı. Sağcılar, izleyicilerin, politikacıların ve kolluk kuvvetlerinin tepkisinden adeta cesaret almışlardı. Sonraki yıllara başka kundaklamalar, şiddet olayları ve cinayetler damga vurdu.

 

Mağdurların sesi

 

Uzun süre basının mağdurlara ilgisi azdı. 1992’de eşi ve çocuklarıyla sığınma merkezinde yaşayan ve bugün Romanyalı bir belediye başkanının danışmanı olan Romeo Tiberiade 2022’de şunları hatırlıyor: “Birçok aile dışarı çıkmaya çalışırken birbirinden koptu. Bu çok korkutucuydu. Dışarı çıktığımızda taşlarla molotof kokteylleri üzerimize atılmaya devam etti. Polisin bir kısmı anlaşılan hiç umursamıyordu, bir şey yapmadılar çünkü. Sonra bir de muhabirler gelip fotoğraflarımızı çekti. Eşimin ve çocuklarımızın çıplak ayaklı fotoğraflarını çektiler, çünkü sadece sırtımızdakilerle kaçabilmiştik.”

 

O gün kıl payı ölümden kurtulan, sonrasında Almanya-Vietnam Diên Hông dostluk derneğini kuran ve okullarda pogromu anlatan Nguyen Do Thinh, mağdurların hikayesine yönelik devam eden ilgisizlikten yakınıyor. Ve o sırada şiddet faillerinin gençlerce kısmen şehit olarak yüceltildiklerini dehşetle gözlemliyor.

 

Nazilerce zulme uğrayanların itirazı

 

Beate ve Serge Klarsfeld’in çevresindeki bir grup Fransız Yahudisi, Romanların Lichtenhagen’den sınırddışı edilmelerini protesto etmek için daha 19 Ekim 1992 tarihinde Rostock’a gitmişti. “Fransa’dan sınır dışı edilen Yahudilerin oğulları ve kızları” olarak dayanışmalarını göstermek üzere Roman aktivistlerle birlikte Rostock Belediye binasına bir plaket astılar. Bu plaket Lichtenhagen 1992 pogromunu ve Auschwitz 1944’de Sinti ve Romanların katlini anıyor. Anma töreninde kargaşa yaşandı. Rostock polisi gruptan birkaç kişiyi tutuklarken belediye de plaketi kaldırdı.

10 Haziran 1944 Distomo katliamı.

 

1944’te Wehrmacht, Yunanistan’daki Distomo köyü yakınlarında, SS’e ait 7. Polis Mekanize Piyade Bölüğünü görevlendirir; bu bölük daha önce de sivilleri katletmişti. 10 Haziran 1944 tarihinde Bölük, Distomo’da partizanlar aramış ama kimseyi bulamamıştı. Bunun üzerine bir konvoy da Distomo’dan Stiri’ye doğru yola çıktı, ama yolda partizanların saldırısına uğradı. Açılan ateşte üç Alman asker hayatını kaybetti. Buna karşılık olarak Almanlar da, Distomo’da olayla ilgisiz köylüler arasında korkunç bir katliama imza attılar. Evleri didik didik aradılar, insanları öldürdüler, ateşe verdiler, hayvanları kurşunladılar. Aralarında bebekler, hamile kadınlar ve yaşlı insanların da bulunduğu 218 insan bu intikam eylemine kurban gitti.

 

Distomo, Avrupa’daki birçok suç mahallinden biridir: Sadece Yunanistan’da Almanlar 1500 kadar köyü yıkıp yakmış, binlerce tutsak ve sivili idam etmişti. Şoah sırasında 60.000 kadar Yahudi Yunanistan’dan sürülüp katledildi. Özellikle de 1941/42 kışında sistematik yağmalamalar sonunda 100.000’den fazla insan açlıktan ölmeye bırakıldı. Binlercesi toplama kamplarında katledildi. Almanlar Yunanistan’dan “benden sonrası tufan politikasına” uygun olarak çekilirken yolları, demiryollarını, köprüleri ve şehirleri yakıp yıktılar.

 

Distomo 1995 – hayatta kalan bir kişi dava açıyor

 

Argyris Sfountouris, Distomo’dan sağ kurtulanlardan biri. O dönemde üç yaşında olan Sfountouris, anne babası katledilirken üç ablasıyla birlikte saklanabilmişti. Atina ve İsviçre’de çocuk yuvalarında yetim olarak büyüdü, öğretmen, sosyal yardım görevlisi, ünlü bir fizikçi ve yazar oldu.

 

Yıllar sonra Sfountouris, Distomo’dan sağ kurtulanların tümü adına Atina’daki Alman büyükelçiliğine şu soruyu sordu: katliamın kurbanlarına tazminat sağlanmış mıydı? Ocak 1995’te anne babasının ve diğer köylülerin öldürülmesinin “savaş kapsamında alınan önlemler” olduğuna dair olumsuz bir cevap aldı. Bu yüzden tazminat ödenmesini öngörülmemişti. Sfountouris için bu olumsuz yanıt adeta suratına vurulmuş bir yumruk gibiydi. Katliamdan 50 yıl sonra Almanların suçlarıyla ilgili sorumluluk üstlenmemesini ve vahşi katliamı “önlemler” olarak küçümsemesini Alman işgalcilerin zalim zihniyetinin devamıydı onun için.

 

1995’te Sfountouris ve kurbanların akrabası 296 kişi biri Almanya’da, biri de Yunanistan’da olmak üzere Federal Almanya Cumhuriyeti’ne dava açtı. Almanya’da dava hiçbir aşamada sonuca ulaşmadı. Yunan mahkemeleri yaklaşık 28 milyon Euroluk bir tazminat belirledi. Ama Alman hükümetinin baskısıyla Yunan hükümeti, Yunanistan’da Alman mülklerine el konulup bu şekilde kurbanlara para ödenmesini bizzat engelledi. Alman siyasetçiler, bilinçli olarak katliam bağlamında “suçtan” bahsetmekten sürekli kaçındılar. Almanya’nın mahkumiyetinin meşru olduğuna dair hiçbir argüman sağlamak istemiyorlardı.

 

2001’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, davacılara Yunanistan’da verilen hükmün İtalya’da infaz edilmesini önerdi. 2008’de buradaki mahkeme önünde hükmün infazı başarılı oldu. O tarihten beri de Almanya İtalya’ya baskı uygulayıp halihazırda meşru olarak el konulan paraların kurbanlara ödenmesini hâlâ engelliyor. Bu engelleme bir taraftan güçlü diplomatik nüfuzla, diğer taraftan birçok uluslararası mahkeme önünde hukuki oyalama taktikleriyle gerçekleşti.

 

Tarih için bugün sorumluluk

 

1990 yılına kadar Federal Almanya Cumhuriyeti, tazminat ve savaş tazminatı taleplerini reddetti. Gelecekteki bir barış anlaşmasına atıfta bulunuyor ve bunların erken yapılan talepler olduklarını ileri sürüyor. BRD ve DDR’nin 1990 yılında birleşmesinden sonra iki Alman devleti arasında ve dört müttefik güç arasındaki birleşme anlaşmasının henüz bir barış anlaşması olmadığı argümanını ileri sürerek talep reddedildi. Daha sonra Federal Hükümet, birleşme anlaşmasıyla tüm taleplerin çözüldüğünü ileri sürdü Bu şekilde Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’na katılan başka devletlerin tazminat taleplerini dikkate almaları engellendi.

 

Alman hükümetinin bu davranışı nedeniyle Distomo kurbanları Almanya tarafından tanınması ve tazminat alma şansı hiçbir zaman olmadı. Görünüşe bakılırsa Almanya’da hayatta kalanlarının tanınma ve tazminat alma mücadelesi, onların ölümüyle bitirilmeye çalışılıyor: kısaca zamana oynanıyor. Bu konuda Argyris Sfountouris 2001’de şunları söyledi: “İnsan,  olayları algıladığında, olan bitenlerin tüm hakikatini kabul ettiğinde ancak, hatırlamaya başlayabilir. […] Distomo bir sembole dönüştü. Almanya’nın hâlâ kurbanlarına borçlu olduğunun sembolüne. […] Ama Alman hükümetleri kurbanlar karşısında hâlâ hukuku çiğnemeye devam ediyor. Alman siyasetinin acımasızlığı Nazi talanlarının mantıklı bir devamı. […] İktidar ve zenginleşme hırsı asla karşılıksız ortadan kaldırılamaz. […] Almanya, müzakere etmeyi reddediyor, sıfır çözümü dayatmak istiyor.”

Doaa Al Zamel ve Filimon Mebrhatom – iki kader

 

14 yaşındaki Filimon Mebrhatom 2014’te, vatanı Eritre’den Avrupa’ya kaçmaya çalıştı. Bu Afrika ülkesi 1993’ten beri diktatör Isaias Afwerki tarafından otoriter bir biçimde yönetiliyor. 14 yaşındaki çocuk Filimon Mebrhatom askere alınmamak için kaçmıştı. Eritre’de askerlik hizmetinin sınırı yok.

 

2012’de genç Doaa Al Zamel ailesiyle Suriye’den ayrıldı. Yaşadığı şehir Esat rejiminin askerlerince terörize ediliyordu. “Arap Baharı” sırasında Beşir Esat diktatörlüğüne karşı gösterilere katılmıştı. Bunun üzerine rejim ailesini hedef almıştı.

 

Hem Al Zamel hem de Mebrhatom arkalarında tehlikelerle dolu bir kaçışı bıraktılar. Akdeniz üzerindeki uzun yolculukta hayatları birkaç kere tehlikeye girdi. Kaçakçılar Al Zamel’in teknesine kasıtlı olarak çarparak teknenin alabora olmasına neden oldular. Kaçış sırasında tanıştığı nişanlısı dalgalar arasında boğuldu. Al Zamel bir çocuk simidiyle dört gün kendini su üstünde tutabildi, sonunda bir ticaret gemisi onu kurtardı. Diğer mülteciler teknede ona bir bebek emanet etmişti. Bütün bu süre boyunca Al Zamel bebeği de su üstünde tutabilmişti. Ne yazık ki bebek gemide öldü.

 

Mebrhatom yoldayken, bir Libya mülteci kampında cihatçıların işledikleri bir katliamdan ve onların kölesi olmaktan kurtuldu. Akdeniz üzerinden kaçışında da harap teknesi denizde batma tehlikesi geçirdi. İtalyan sahil güvenliği insanları kurtarıp İtalya’ya getirdi. Bugün Al Zamel İsveç’te, Mebrhatom da Münih yakınlarında yaşıyorlar.

 

İnsan hakları kimler için geçerli?

 

Mebrhatom’un kurtarıldığı deniz kurtarma operasyonları 2019 ilkbaharından bu yana neredeyse hiç yapılmıyor. AB Akdeniz ülkeleri sorumluluğu genellikle Libya sahil güvenliğine devrediyor. Bunlarsa mültecileri AB ülkelerinin istekleri doğrultusunda sistematik olarak Libya mülteci kamplarına geri gönderiyor. Bu kamplardan gelen raporlar işkencelere, tecavüzlere, köleleştirmeye ve cinayetlere tanıklık ediyor. Minimum hijyen standartları, tıbbi bakım veya gıdayla yeterli beslenme buralarda garanti değil. AB Libya’ya güvenirken bu şekilde bir “failed state”, yani çökmüş bir devleti destekliyor, oysa buradaki insan hakları ihlalleri uzun süredir Avrupa’da biliniyor ve tartışılıyor.

 

Cenevre Mülteci Sözleşmesi her insana ülke sınırlarını aşarak kaçma ve sığınma talebinde bulunma hakkı tanıyor. Ayrıca İnsan Hakları Sözleşmesi tüm devletlere kendi ülkelerinde zulme uğrayan insanlara koruma sağlama yükümlülüğü getiriyor.

 

Buna rağmen AB, Sınırların ve Kıyıların Korunması Ajansı Frontex aracılığıyla özellikle de Yunanistan’ın sınır bölgesinde geri itmeleri destekliyor: Sıklıkla denize açılmaya elverişli olmayan teknelerdeki mülteciler sınırlardan geri itilip açık denizde kaderlerine terk ediliyor. Bu geri itmelerin mültecilerin boğulmasıyla sonuçlanması nadir değil. Cenevre Mülteci Sözleşmesi uyarınca bu uygulama yasadışı bir uygulama. Bu nedenle, 2020 sonundan bu yana Ajansa yönelik suçlamaları inceleyen Avrupa Dolandırıcılıkla Mücadele Bürosu OLAF’ın 2022’deki raporunda ayrıntılarıyla kanıtlandığı gibi, Frontex veya ilgili AB Devletleri bu geri itmeleri reddediyor veya örtbas ediyor.

 

İnsan hakları ve cezai kovuşturma arasında kalan sivil deniz kurtarma

 

AB ve üye devletlerinin yetersiz ve 2019 yılından bu yana da neredeyse hiç var olmayan deniz kurtarma operasyonları karşısında çeşitli sivil toplum girişimleri kuruldu. Genelde bağışlarla finanse edilen bu örgütler Akdeniz’de zor duruma düşen mültecileri boğulmaktan kurtarmak için kendi başlarına gemiler kiralıyorlar.

 

Temmuz 2019’da Sea-Watch örgütünün Sea-Watch 3 gemisi Libya kıyılarının kuzeyinde 53 insanı kurtardı. İtalyan makamları Alman Kaptan Carola Rackete’nin yönetimindeki geminin güvenli bir limana girişine izin vermedi. Birkaç gün sonra tıbbi acil durum geçirenler İtalya’ya getirildi. Mürettebat kurtarılan diğer insanlarla denizde kaldı.

 

Gemideki tedarik ve insanların ruhsal durumu uzun bekleyiş nedeniyle oldukça kötüleşmişti. Bu nedenle Kaptan Rackete, İtalyan makamlarının talimatlarına karşı çıkarak Lampedusa limanına girmeye karar verdi. Daha yanaşma manevraları sırasında İtalyan sahil güvenliğinin bir botu Sea-Watch 3’ü engellemeye çalıştı. Yanaştıktan sonra mülteciler nihayet karaya çıkabildi. İtalyan makamları kaptanı tutukladı. Sea-Watch 3’ün hikayesi, kimi AB devletinin deniz kurtarmadan sadece kaçınmakla değil aynı zamanda sivil deniz kurtarıcılarının çabalarını etkin biçimde engelleme, hatta suç sayan uygulamayı temsil etmektedir.

Eberswalde’de arkadaşları Amadeu António’yu

müzik seven, cana yakın bir insan olarak görürdü. Bir grup

silahlı Neonazi’nin saldırısına uğradıktan sonra

28 yaşındaki genç, aldığı yaralar nedeniyle öldü.

1987’de genç Angolalı Amadeu António, sözleşmeli işçi

olarak Doğu Almanya’ya taşınmıştı. Burada, hayali uçak mühendisliği okumaktı.

Bunun yerine Eberswald Mezbaha ve İşleme Kompleksinde

kasap eğitimi aldı. Angolalıların yerel

halkla iletişime girmesi kolay değildi.

Gene de António hamile kız arkadaşıyla

Brandenburg’ta bir hayat kurmak istiyordu. 24 Kasım 1990 tarihinde

António arkadaşlarıyla Hüttengasthaus adlı birahanede buluştu. Başka

yerlerde hoş karşılanmıyorlardı.

Aynı akşam 50 sarhoş Neonazi göçmenlere olan

nefretlerini kusmak için birahaneye yürüdü. Bunu bilen polis birahane sahibine haber verdi,

o da konuklarından gitmelerini istedi.

 

Mozambikli iki erkek arkadaşı ve Alman iki kız arkadaşıyla

Amadeu António, ellerinde çit çıtaları

ve sopalar bulunan katillerle karşılaştı. António’nun arkadaşları

kaçabildiler. Ancak on saldırgan António’nun peşine düştü,

onu ölesiye döverek ağır yaraladı.

Orada bulunan üç sivil polis olayı görüp

destek istediler. Hemen köşede bulunan 20 polisse

müdahale etmedi. 6 Aralık 1990 tarihinde António hastanede

yaralarına yenildi. Amadeu António birleşmiş Almanya’nın

sağcı şiddetinin ilk kurbanlarından biriydi. Çeşitli

girişimler Amadeu António’nın anısı için mücadele ediyor. Ne var ki bugüne kadar sokağın

adının değiştirilmesi başarılamadı.

Federal Hükümet 1990 ile 2021 arasında aşırı sağcı 113

cinayet kayda geçirdi. António’nun adını taşıyan Amadeu Antonio Vakfına göreyse

sağcı şiddete kurban giden insanların sayısı 219. Ayrıca Vakıf,

16 şüpheli vakanın ve çok daha büyük karanlık

bir rakamın olduğunu düşünüyor.

Berlin-Lichtenberg’de istasyonun önündeki meydana Eugeniu Botnari adı verilecek. 17 Eylül 2020’de yanlarında geçici sokak tabelaları getiren mahallelilerin

talebi de buydu. Tam dört yıl önce istasyonundaki bir süpermarketin şube müdürü, evsiz Eugeniu Botnari’yi dükkanın içecek deposuna götürmüştü. Hırsız olduğunu düşündüğü için Botnari’ye kuvars kumlu eldivenlerle birkaç yumruk atmıştı. “Köpek

nasıl dayak yerse” öyle dövüldüğünü söyler 34 yaşındaki Moldovyalı Botnari aynı akşam kuzinine. Sigortasız olduğu için başta doktora gitmemeye karar vermişti. Ancak

iki gün sonra durumu gözle görülür şekilde kötüleştiğinde gittiği doktor onu acil servise sevk etmişti. Ertesi gün, 20 Eylül 2016’da beyin kanamasından öldü. Fail, “dükkan hırsızına” ders vermek istediğini iddia etti. Pek çok basın kuruluşu bu yönde hiç kanıt olmasa da “dükkan hırsızı” anlatısını söylemini benimsedi.

 

Ancak şiddet eylemi süpermarketteki bir güvenlik kamerasıyla belgelenmişti. Fail, kamerasıyla video çekip insanlık dışı yorumlarla iş arkadaşlarına göndermişti. Altı ay sonra bir mahkeme faili ölümle sonuçlanan yaralama nedeniyle üç yıl üç ay

hapisle cezalandırdı. Botnari’nin eşi müdahil davacı oldu.

Evsizler sıklıkla şiddete uğrarlar, bunun bir nedeni de kaderlerinden kendilerinin de sorumlu oldukları iddiasıdır. Bu tür toplumsal Darwinci

görüşlerin, Nasyonal Sosyalizm’de “asosyallerin” veya “kariyer suçluların” zulme uğraması ve öldürülmesiyle doruğa ulaşan uzun bir geleneği vardır. Ocak 2023’te mahalle, istasyonun önündeki meydana, evsiz insanlara yönelik, sıklıkla göz ardı edilen

şiddete dikkat çekmek için “Eugeniu-Botnari” adını verme kararını aldı.

“Keyifli Gezi” yazıyordu

18 Şubat 2016 tarihinde Irak, Afganistan ve Suriye’den

insanları Clausnitz’teki konaklama yerine getirecek

otobüsün önünde. Mülteciler Saksonya’nın

800 nüfuslu köyüne geldiklerinde yabancı düşmanı

bir güruh etraflarını sardı.

Faillerden biri olayları cep telefonuyla kaydetti. İnternet’e

yüklenen video sosyal ağlarda defalarca paylaşılıp

medyanın eline geçti. Otobüsten inerken

tacize uğrayan ve tehdit edilen,

koruma arayan ve korkan insanların bu görüntüleri böylece tüm dünyaya yayıldı.

2015 ve 2016’da yaklaşık iki milyon insan

Avrupa’ya sığınmak istemişti. Akdeniz üzerinden veya Balkan

rotası denilen yoldan gelmişlerdi. 2015 yılında Almanya

yaklaşık 890.000 mülteci kabul etti. Bir sempati dalgasıyla

canlanan halkın yüzde onundan fazlası

sığınmacılarla ilgilendi.

 

Bu bağlılık ve yakınlık

“Willkommenskultur” (Hoş geldin kültürü) olarak tanındı. Bir tarafta empati gösterenler,

diğer tarafta tepki gösterenler vardı. Kendilerini

“endişeli vatandaş” ilan edenler sığınma hakkını sorgularken

toplumsal ortanın bir kısmı radikalleşti. Clausnitz’de kalabalık

“Biz Halkız!” diye bağırırken

1989 Barışçıl Devriminin sloganını kullanıyordu. Oysa protestoları barışçıl olmaktan

çok uzaktı: Irak, Afganistan ve Suriye’deki savaşlardan

kaçan insanlar burada da tehdit ediliyordu.

İstatistiklere göre ülke genelinde mültecilere yönelik günde

iki saldırı yaşanıyor.

1983 yılında Darmstadt’ta bir kadın yıkılan

evine ve yıkım ekskavatöre bakıyordu. Aile gece seyahatten

dönmüştü. Bütün eşyaları yıkıntıların altında kalmıştı:

dört yıllık çingene karşıtı havanın

ve resmi ırkçılığın geçici bir doruğa ulaşması.

1979’da Darmstadt’ta, birkaç Yugoslav aile

üç sosyal konuta dağıtılmıştı. Hemen ardından

mahallede ve basında asla doğrulanmayan “çamaşır hırsızları” ve

“gizli ayinler” gibi çingene karşıtı dedikodular yayıldı.

Komşular mülklerinin değer kaybettiği gerekçesiyle şikayette bulundu.

Polisler, silahlarını çekmiş halde ailelerin evlerini

defalarca aradı. 3 Ocak 1982’ gecesi

kimliği belirsiz kişiler bir binaya bombalı saldırı düzenledi.

O sırada evde bulunanlar dışarı kaçarken üzerlerine

taşlar atıldı. O gün dört yaşında olan Gianni Jovanovic

başından yaralandı. Failler asla bulunamadı. Dört yetişkin

ve on iki çocuk evlerini terk etmek zorunda kaldı

ve şehir kenarında bir çöp boşaltma alanındaki bir barakaya yerleştirildi.

Bir uçak kaçırma olayında kurtarılan Yahudi rehineler,

4 Temmuz 1976 günü bitkin, ama rahatlamış bir halde İsrail’e varır.

27 Haziran 1976 tarihinde, dört kişilik “Filistin Kurtuluş Örgütü Dış Operasyonlar” komandosu Tel Aviv’den Paris’e giden ve

258 yolcu ve 12 mürettebatın bulunduğu bir

Air France uçağını

Zorla Uganda’nın Entebbe şehrine

indirmişti. Hava korsanları arasında

iki Alman da vardı: solcu terörist

“Devrimci Hücreler” üyesi Brigitte K. ve Winfried B., . Kaçırmayla

İsrail, İsviçre ve Alman hapishanelerinde bulunan 53 tutuklu

teröristin serbest bırakılmasını ve beş milyon ABD doları ödenmesini

talep ettiler. Bir duyuruda İsrail’i

“İnsanlığın Düşmanı” ilan edip bu düşmana karşı

“silahlara sarılma” çağrısında bulundular.

Kaçırmanın üçüncü gününde hava korsanları Yahudi olmayan

rehineleri serbest bıraktı. Ne var ki teröristler bütün Yahudileri (sadece İsrail

vatandaşları değil) rehin tutmaya

devam etti.

 

Rehinelerin Yahudi ve Yahudi olmayanlara ayrılmasına

iki Alman fail aktif olarak katılmıştı. Birçok

rehine bu anın özellikle dramatik olduğunu hatırlıyordu;

bunun bir nedeni de Şoah’tan bu yana ilk kez Almanların

Yahudilerin kaderine karar vermesiydi.

4 Temmuz 1976 sabahı İsrail ordusunun bir komandosu

birkaç uçakla Entebbe’ye uçup rehineleri

kurtardı. Operasyonda iki rehine, bir İsrail askeri,

hava korsanlarının tamamı ve havaalanında görevli

en az 20 Uganda askeri hayatını kaybetti. Kenya, İsrail’e dönerken İsraillileri kurtarılan

rehinelerle birlikte konaklamalarına izin verdiği için

Uganda diktatörü İdi Amin misilleme olarak

Uganda’da yaşayan 200 Kenyalıyı öldürttü. Radikal Alman solunda yaygın olan

İsrail düşmanlığının antisemit saiklerine

dair tartışma ancak çok yıllar sonra gerçekleşti.

Doğu Almana Devlet Güvenliği Dairesi’nin belgelerinde

savaş sonrası dönemin ilk Alman pogromu “Huzursuzluk’

operasyonu” olarak tanımlanmıştı.

Tetikleyici de ırkçı bir dedikoduydu: 1975 yılında Erfurtlu bir

kamyon şoförü birkaç Cezayirli sözleşme işçisinin

Almanlara saldırıp bir kadına tecavüz ettiğini öne sürmüştü. Çok geçmeden

Erfurt’ta sözüm ona Cezayirlilerin işlediği

cinayetlerle ilgili başka dedikodular kontrolsüz bir yangın gibi yayıldı. Daha sonra kamyon şoförü

olayları uydurduğunu itiraf etti.

Cezayirli sözleşmeli işçilerle ilgili yalanlar

10 Ağustos 1975’ten itibaren günlerce süren bir pogromu başlattı. Devlet Güvenlik Dairesi

10 Ağustos’ta Almanlar, Macarlar ve Cezayirliler arasında

“olaylar ve taşkınlıkların” yaşandığını kayda geçti.

Gerçekteyse Cezayirli sözleşmeli işçiler

öfkeli Doğu Alman vatandaşlarınca dövüldü. Tezahüratların yankılandığı bir kalabalığın

arasından “Cezayirlilere ölüm” çığlıkları duyuldu. Ardından

sözleşmeli işçiler çubuklar ve sopalarla Erfurt

ana istasyona doğru sürüldü.

 

12 Ağustos’ta bir başka ırkçı sürek avı daha yaşandı;

50 ile 60 Doğu Alman vatandaşı 12 Cezayirliyi,

bir postane binasına kaçıncaya dek şehirde kovaladı. Binanın

önünde bir kez daha insanlar toplanarak sözleşmeli işçilerin öldürülmesi çağrısında

bulundu. Polis Cezayirlileri arka çıkıştan

yurtlarına götürdü. Ertesi gün yurt

ırkçı bir güruh tarafından sarıldı. Polis sonunda bunları

uzaklaştırabildi.

Her ne kadar devlet faşizmi yasaklamış olsa da Erfurt Pogromu, Doğu Alman halkının arasında

derinde yatan ırkçılığın bir dışavurumu oldu.

Halkın çoğu devletin sözleşmeli işçilere

kendilerinden daha iyi davrandığına inanıyordu. Gerçekte diğer sosyalist ülkelerden çağrılan

işçilere yerel halka göre kişi başına

daha az yaşam alanı veriliyordu.

Doğu Almanya’ya geldiklerinde pasaportlarına el konuluyor,

resmi dairlerde ve doktorlar tarafından ayrımcılığa uğruyorlardı. Bu kurumsal

ırkçılık halkın ırkçılığında karşılık

bulmuştu.

9 Kasım 1969 akşamı Berlin’de Fasanenstraße’deki Yahudi cemaatinin binasında

1938 Kasım pogromları

anması yaklaşık 250 konuğun katılmasıyla yapıldı. Davetlilerin

arasına bir içecek otomatına bir bomba saklayan terörist Albert F. de karışmıştı.

Ateşleme fitili paslanmış

olduğu için bomba patlamadı.

Antisemit saldırıyı solcu bir terör örgütü olan

“Tupamaros West-Berlin” planlamıştı. Grup üyeleri

bundan önce Filistin El-Fetih örgütün eğitim kampında

silah ve bomba yapımı eğitimi almıştı. “Tupamaros West-Berlin”

1971 ve 1993 arasında 34 insanı öldüren

“Kızıl Ordu Fraksiyonu” adlı solcu terör örgütünün öncüsüydü.

Radikal solcular, Federal Almanya Cumhuriyeti’ndeki

ilk terör eylemlerinin biri için Yahudi cemaatini

özellikle seçmişlerdi, hem de Şoah’ı anma gününde.

Bu bir tesadüf olamazdı. 2008’de bombacı,

saldırının “anti Siyonist”, ama antisemit olmadığını söyler.

Oysa failler olayı üstlendikleri bir mektupta “Faşizmin

kovduğu Yahudilerin kendileri de faşist oldu…” demişlerdi.

 

İsrail’in şeytanlaştırılması üzerinden gene antisemitizm

propagandası yapılabiliyordu. Almanya’da altı milyon Yahudinin toplu olarak

katledilmesinin bu şekilde şüpheli bir hale getirilmesi,

tıpkı İsrail nefreti gibi, Şoah sonrası antisemitizmin tipik ifadesidir. 1969 anma töreninde

Hazır bulunan, Şoah’tan sağ kurtulan Ruth Galinski şöyle demişti:

“Faillerin çocuklarının böyle bir şey yaptığına insan inanamıyor.

Anlaşılan zehir hâlâ içlerinde.”

Örgüt, bombayı Berlinli Anayasa Koruma Dairesi çalışanı Peter U.’dan almıştı.

Aracı “Tupamaros”a

defalarca bomba malzemesi ve silah sağlamıştı. Rolünün ne olduğu asla tam olarak

aydınlatılamadı. Amirlerinin ve o dönemin

sorumlu İçişleri senatörü Kurt Neubauer’inki de öyle. Saldırıdan sonra Yahudi kurumlarında

kalıcı emniyet önlemleri alınması standart haline geldi.

Siyasetin çeşitli kanatlarından gelen antisemit saldırılar

Yahudiler için hâlâ sürekli bir tehdittir.

Armin Kurtović, Hanau’daki Arena Bar’ın güvenlik

Kamerasından alınan kayıtlarını açıklıyor. 19 Şubat 2020 tarihinde

22 yaşındaki oğlu Hamza Kurtović burada sağcı bir terörist tarafından

kurşunlanıp öldürülmüştü.

Armin Kurtović’in kızı ona Hanau’daki bir silahlı çatışmadan

bahsetmişti. Bunun üzerine, Armin Kurtović iyi olup olmadıklarını öğrenmek için iki oğlunu

telefonla aramıştı. Oğlu Hamza Kurtović,

cevap vermeyince Armin Kurtović Arena Bar’a yolunu tuttu.

Polis barikatında bir polis memuruna oğlunu ve dikkat çeken kıyafetlerini

tarif etti. Bunun üzerine polis, bu tarife uyan

bir kişinin saldırının kurbanları arasında olmadığını

söyledi. Hamza Kurtović’in ailesi oğullarının başına gelenler

hakkında uzun süre bilgi alamadı.

Armin Kurtović, polis operasyonunu ve savcılığın soruşturmalarını

eleştiriyor. Hâlâ yanıtlanmamış sorular olduğu için

başka akrabalarla birlikte olayları tekrar oluşturmaya

çalışıyor. Saldırının aydınlatılması sırasında mesela

barın kaçış kapısının aslında kilitli olduğu anlaşılıyor.

 

“Forensic Architecture” adlı araştırma ajansının analizlerine göre,

kapı kilitli olmasaydı kurbanların dördü, hatta beşi

kendilerini kurtarabilirdi.

43 yaşındaki fail Hanau’da dokuz insanı katletmişti. Ardından

annesini ve kendisini vurmuştu. Saiki

internette açıkça savunduğu ırkçılık ve komplo teorileriydi.

Hamza Kurtović yazın meslek eğitimini

depo uzmanı olarak tamamlanmıştı. Onun dışında 19 Şubat’ta

Gökhan Gültekin, Sedat Gürbüz, Said Nesar Hashemi, Mercedes

Kierpacz, Vili Viorel Păun, Fatih Saraçoğlu, Ferhat Unvar ve Kaloyan

Velkov da katledilmişti. Saldırı kurbanlarının yakınları

bir girişim kurdular, #saytheirnames sloganıyla

eksiksiz aydınlatma ve bir anıt talep ediyorlar. Bu girişimle ırkçı şiddetin toplumsal

nedenlerine dikkat çekmek ve

kurbanların sesi olmak istiyorlar.

16 Ekim 2016’da Namibya’daki Herero ve Nama temsilcileri

Berlin Humboldt

Forumu’nun yakınlarında gösteri yaptı. 1904 ile 1908 arasında eski Alman-Güney Batı Afrika kolonisindeki

Alman sömürge birliklerinin atalarını katletmesi

karşılığında, bunların çocukları olarak tazminat

talep ediyorlar.

Soykırımdan önce yerli çiftçilerin ve hayvan yetiştiricilerinin

topraklarının çalındığı bir yerleşim politikası

uygulanmıştı. Otlakları olmayınca göçebe Hererolar

geçim kaynaklarını kaybetmişti. Bu nedenle 12 Ocak 1904 tarihinde Alman

sömürge birliklerine saldırdılar. Alman Kayzeri II. Wilhelm, ayaklanmayı bastırması için koloniye

baş komutan olarak Lothar von Trotha’yı

gönderdi. Ekim’de von Trotha, Hereroları yok etmeyi amaçlayan

imha emrini verdi. Birçok

Herero, Omaheke çölüne kaçarken öldü. Nama

halkı da 1904’te savaşa girmeye mecbur gördü kendini.

Bir kez daha Alman birlikleri tam bir vahşi tepki verdi.

Sonrasında tutsak kampları kurulup halk zorla çalışmaya

itildi. Tutuklananların üçte biri ila yarısı

öldü. Tahminlere göre toplamda 100.000 insan

öldürülmüştü.

 

100 yılı aşkın bir süre boyunca Almanya o günlerde

yaşayan Hereroların %80’ine uygulanan bu soykırımı kabul etmiyor. 2015’te bir Alman hükümeti

ilk kez Namibya hükümetiyle müzakereler başlattı

ve Mayıs 2021’de “yeniden inşa yardımı” ilan etti.

Ama Almanya soykırım karşılığında tazminat talebinin meşruiyetini resmen tanımamak için tazminattan bahsetmemeye özen gösteriyor.

 

Herero ve Nama’nın akrabaları

müzakerelere dahil olmayarak

“yeniden inşa yardımını” kabul etmiyorlar. Bugüne kadar toprağın %70’i

yerleşimcilerinin torunlarına ait. Almanya’da yaşayan Herero

aktivisti Israel Kaunatjike 2022’de şunları söylüyor: “Hâlâ mücadele ediyoruz,

tanınmak için mücadele ediyoruz.”

Joseph Wulf, Am Großen Wannsee 56–58 adresinde bulunan villanın önünde piposunu yaktı. 1960’lı yılların ortalarından itibaren villada, Almanların öldürdüğü altı milyon Yahudi anısında uluslararası bir belgelendirme merkezinin kurulması için

uğraşıyor. Hayatı, Wannsee Konferansı Evi, Anma ve Eğitim Merkezinin 1992’deki açılışını görmeye yetmez. 1912’de Chemnitz’de doğan ve Krakow’da büyüyen adam, savaş sonrası Alman toplumunu Nazi soykırımla yüzleştiren ilk kişiydi. Wulf, Yahudi direniş savaşçısı ve Auschwitz-Birkenau toplama ve imha kampından sağ kurtulan

biriydi. 1945’te ölüm marşlarından biri sırasında kaçmayı başarmıştı. Karısı ve oğlunu savaştan sonra

buldu. Aile üyelerinin kalanı Naziler tarafından katledilmişti.

Savaştan sonra Polonya ve Fransa’da yaşadı. 1952’de Berlin’e taşındı. Burada Alman-Yahudi tarihçi Wulf, ömrü boyunca kendini bir yabancı gibi hissetti.

 

Federal Almanya Cumhuriyeti’nin ekonomik mucize yaratan toplumu, yakın geçmişini unutmak istiyordu. Joseph Wulf’un Nasyonal Sosyalizmle ilgili araştırmalarını kimse duymak istemiyordu. Bu araştırmalar Wulf’un, özellikle genç cumhuriyette tekrar iktidara ve itibara ulaşan Nazi faillerinin geçmişini ortaya çıkardığı yerleri rahatsız ediyordu. 1974’te karısının ölümünden bir yıl sonra intihar etti. Wulf’un ölümünden 18 yıl sonra anma ve eğitim merkezi açıldı ve kütüphanesine adı verildi. Bugüne kadar bile sık sık talep edilen Şoah’la uğraşmasının altına

“son çizgiyi” çekmesi konusunda şunları söylemişti: Susma hakkına sahip olabilecek tek kişiler toplama kamplarından sağ kurtulanlardır. Faillere ve onların çocuklarına

şu soruyu yöneltmişti: “Ama insanları hayvanlar gibi damgalayan bir halk hangi hakla böyle bir fiili unutabilir?”

Malte C., 27 Ağustos 2022’de Münster’de

birçok başka insanla birlikte Christopher Street Day (CSD)

yürüyüşüne katılmıştı. Lezbiyen, eşcinsel,

biseksüel, transcinsel, interseks ve queer

insanlar geleneksel olarak bu vesileyle buluşup kendi kaderini tayin, sosyal tanınma ve

eşit hakları savunurken kendilerini

birlikte kutlamak için buluşurlar.

25 yaşındaki Trans*erkek Malte C. o gün,

kısa bir süre önce cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirmiş ve o gün

ilk kez bir gösteriye üstü çıplak katılmıştı.

Arkadaşları onun o gün çok mutlu olduğunu söylüyorlar. Gururla

Trans*-Inter*-Münster Derneğinin bayrağını gururla sallıyordu.

Yürüyüşten hemen sonra 20 yaşındaki bir erkek, iki kadını

cinsiyetçi, lezbiyen ve trans düşmanı hakaretler savurup

tehdit ettiğinde Malte yanlarına gidip saldırgandan susmasını rica etti.

 

Saldırgansa Malte’nin suratına iki yumruk attı, Malte düşüp başıyla

asfalta çarptı, ardından da beyin kanaması nedeniyle ameliyat edildi

ve suni komaya sokuldu. Altı gün sonra Malte

hastanede hayatını kaybetti.

Sonraki günlerde ülke genelinde birçok insan öfkelerini

gösterip kolluk kuvvetlerinin kararlı davranmalarını talep etti.

Fail saldırısının nedenini söylemedi. Ölümle sonuçlanan ağır yaralama nedeniyle

soruşturma yürütülüyor. Bir uzmana göre queer, transcinsel veya interseks düşmanı

nefret suçu nedeniyle ceza

gerektiren bir durum yok. Polis, cinsiyet aidiyeti veya cinsel kimlik kaynaklı

işlenen suç eylemlerini ancak

2020’den bu yana açık bir şekilde kayda geçiriyor. AB’de yapılan bir ankete göre her beş trans bireyden biri

halihazırda şiddet ve fiziksel saldırıya uğramıştır. Halk arasında

queer düşmanı tutumlar ve heteronormatif

hoşgörüsüzlük yaygın. Malte C. medeni cesaret göstermişti.

Delfin Guerra ve Raúl Garcia Paret anısına

Merseburg’a Saalebrücke köprüsünün altına bir duvar resmi çizildi.

Bu iki Kübalı sözleşmeli işçi

12 Ağustos 1979’da bir ırkçı cadı avı sonucunda öldü.

Daha 11 Ağustos’ta bir tarafta Kübalıların diğer

tarafta Macarların ve Almanların bulunduğu

şiddetli çatışmalar yaşanmış ve bu sırada

olaya karışmamış olan Kübalı sözleşmeli işçiler de dövülmüştü. Ertesi

akşam bir grup sözleşmeli işçi kendilerini dövenlerle

Merseburg’taki bir diskotekte yüzleşti. Ama sonunda Kübalılar kaçmak zorunda

kaldı. Büyük bir grup Doğu Alman vatandaşı adamları bir

köprüye kovaladı. Kübalıların suya atlayarak kaçmaya devam etmek

mi istedikleri veya peşlerindekilerin onları

köprüden mi attıkları bilinmiyor. Sudayken üzerlerine şişe

ve taş atıldı. Delfin Guerra ve

Raúl Garcia Paret’nin ölü bedenleri olaydan ancak günler sonra bulundu.

Volkspolizei (Halk Polisi) daha aynı akşam soruşturmaya başladı.

 

Ama Devlet Güvenlik Bakanlığı Doğul Almanya ile

Küba Sosyalist Cumhuriyeti arasındaki ilişkileri

tehlikeye atmamak için soruşturmayı durdurdu.

Merseburg cadı avı, Doğu Almanya’daki kurumsal ve

toplumsal ırkçılığın dışavurumuydu. Oysa Doğu Almanya kendini

antifaşist bir devlet olarak tarif ediyordu. Angola, Küba, Mozambik, Vietnam ve diğer ülkelerden

gelen sözleşmeli işçilerin maruz kaldıkları ırkçılık,

bu nedenle örtbas edildi. Merseburg’taki linç olayının faillerinden

hiçbiri cezalandırılmadı. Sonrasında Küba

Doğu Almanya’ya sözleşmeli işçi göndermeyi durdurdu.

Cinayet zaman aşımına uğramasa da Halle savcılığı

2016’da, söz konusu dönemdeki soruşturmalara atıfta bulunarak

soruşturmaların tekrar başlatılmasını reddediyor. Bununla Federal Alman yargısı

Doğu Almanya’nın siyasi motivasyonlu görüşlerini üstlenmiş oldu. Failler cezasız

kalmaya devem ediyor. İki Kübalı anısına yapılan duvar resmi

kaldırıldı. Sanatçılara karşı maddi hasar davası

2021’de düşürüldü.

Almanya’daki Yahudilerin Merkez Kurulu Başkanı Ignatz Bubis, Mölln’deki ırkçı kundaklama saldırısının ilk yıldönümünde olay mahallini ziyaret etti. Bu jestiyle kurbanları anarak aşırı sağcılığın tehlikelerine karşı uyarmak istedi. 23 Kasım

1992 gecesi Neonaziler iki eve bomba atmışlardı.

Üç insan hayatını kaybetmişti: on yaşındaki Yeliz Arslan, 14 yaşındaki Ayşe Yılmaz ve 51 yaşındaki Bahide Arslan. Dokuz insan ağır yaralanmıştı. Mölln, birleşmiş Almanya’da güçlenen radikal sağcılığın sembolü haline geldi. Kundaklama dehşete yol açarak dikkatleri üzerine çekti. Ne var ki birkaç yıl sonra

Mölln şehrinin resmi anma töreninin organizasyonuna kurbanların aileleri dahil edilmedi. Artık hangi konuşmacıların davet edileceğini onların seçmesine izin verilmiyordu. Bu şekilde etkinlik boş bir ritüele dönüştü.

Bu nedenle Arslan ailesi, “Sürgünde Mölln Konuşması” adıyla kendi anma biçimini geliştirdi.

 

2013’ten beri mağdur iki aile destekçileriyle birlikte her yıl Mölln’deki saldırıları ve benzer olayları

anıyor. Konuşmacıları aileler seçiyor. Nasıl ki 1993’te Ignatz Bubis önemsediyse saldırı sırasında hayatını kaybeden Yeliz Arslan’ın babası Faruk Arslan için de sağcı şiddetinin diğer mağdurlarıyla dayanışma o kadar önemli. 2021 Sürgünde Mölln Konuşması etkinliğinde Faruk Arslan son saldırılarla ilgili olarak: “Ben sadece

Mölln’ün bir babası değilim, Hanau’un da, Halle’nin de, Berlin’in de bir parçasıyım, tüm kurbanların bir parçasıyım…”

Arslan ve Yılmaz ailesine taziye dilekleri ve dayanışma

duyurularıyla birlikte yardım teklifleri içeren 3000’den fazla

mektup yıllarca bunlara el koyan Mölln Belediyesinde kaldı. Aileler mektuplardan ancak 2019 yılında, o da tesadüfen haberdar oldu. Mölln failleri

birkaç yıl sonra serbest bırakıldı.

Münih’teki Olympia Alışveriş Merkezindeki anıt

22 Temmuz 2016 saldırısının dokuz kurbanını anıyor. O gün

Armela Segashi, Can Leyla, Dijamant Zabërgja,

Giuliano Josef Kollmann, Hüseyin Dayıcık, Janos Roberto Rafael,

Selçuk Kılıç, Sevda Dağ ve Sabina S. katledilmişti.

İşlediği bu cinayetlerden sonra 18 yaşındaki İran kökenli Alman intihar etti.

Saldırının hangi sınıfa sokulacağı konusunu uzun süre tartışıldı: Eylem,

akıl hastası bir insanın eylemi miydi yoksa siyasi saikleri

olan bir terör eylemi miydi? Ancak yıllar ve birçok eksper raporundan sonra failin cinayet niyeti ve aşırı sağcı, ırkçı zihniyeti

belirlenebilmişti

.

Fail herkesin önünde Hitler selamını vermiş ve

22 Temmuz 2011 tarihinde Norveç’te Oslo, Utøya Adasında

77 insanı öldüren sağcı terörist ve katliamcına hayranlık

duymuştu. Ayrıca Mart 2019’da Yeni Zelanda’daki Christchurch’te

iki camiye saldırıp 51 insanı öldüren sağcı teröriste

de hayrandı. Bu katliamlar Olympia Alışveriş Merkezi

saldırısına örnek oluşturmuştu.

 

Adı geçen tüm failler aynı silahı kullanmıştı. Christchurch

faili gibi 18 yaşındaki bu adam da eylemini internette

canlı yayınladı. Benzer düşünenler “beyaz ırkın üstünlüğü”

hezeyanlarıyla birbirini teşvik ederler. Birbirlerinden ayrı

davranmaz, küresel bir ağın parçasılar ve

eylemleriyle şöhret kazanmayı umarlar. Christchurch katili

Fransa ve Avusturya’daki “Kimlik Hareketine”

binlerce Euro bağışlamıştı. Almanya’da da aşırı sağcı

gençlik hareketi yıllardır aktif. Destekçileri,

ırkçı anlatıların toplum tarafından kabul edilmesine katkı sağlarken

AfD’nin radikalleşmesi üzerinde önemli bir etkileri var.

Münih’te olduğu gibi sağcı terör, sadece Alman Sinti aileleri ve göçmenlik

geçmişi olan ailelerin katliama kurban gidenlerine değil

demokrasinin temel kaidelerine

de yöneliktir. Kurban girişimleri öldürülenlerin adlarını

hatırlamaya çağırıyor. Ayrıca Almanya’da devam eden sağcı

şiddet tehlikesine dikkatleri çekmek için diğer

sağcı terör saldırıların kurbanları ve yakınlarıyla da dayanışma

gösteriyorlar.

26 Eylül 1980’de Oktoberfest saldırısından sonra

Münih’teki Theresienwiese bir yıkım yeri.

21 yaşındaki aşırı sağcı bir kişi, el yapımı bir bombayla

on iki insanla birlikte kendisini de öldürmüştü. 221 kişi

de yaralanmıştı.

Başta, soruşturmalar failin kişisel saiklerle davrandığı

ve intihar ettiği sonucuna

varmıştı. Failin, “Wiking-Jugend” ve “Wehrsportgruppe Hoffmann”

adlı aşırı sağcı örgütlerine üyeliği daha o zaman

onun bir terör ağına dahil

olduğu olasılığına işaret ediyordu. Sadece 1981’de Almanya’da

patlayıcı ve silahlarla dolu 33 depo bulundu.

Hoffman ağı, 19 Aralık 1980’de Erlanden’de Rabbi Shlomo Lewin

ve hayat arkadaşı Frida Poeschke’nin antisemit

cinayetlerine katılmıştı. Sağcı teröristlerin amacı

korku yaymak, dolayısıyla bir darbeye yol açmaktı.

Kurbanlar bugün bile saldırının tam olarak aydınlatılmamasından

şikayetçiler. Robert Höckmayr, 1980’de on iki yaşındaydı.

 

İki küçük kardeşi saldırıda hayatlarını kaybetmişti.

Höckmayr sağ kurtulsa da bugüne kadar olayın etkisini yaşıyor.

Bir anma töreninde devletten daha fazla destek talep etti:

“[Biz] […] onurumuzu geri istiyoruz, haklarımıza ve

kaderimize saygı istiyoruz. Çünkü biz hayatta kalanlar için

hayat devam etmeli […].Bunun için de yardıma ihtiyacımız var.”

Saldırıdan ancak 40 yıl sonra Federal Savcılık

intihar eden tek fail varsayımını bırakıp eylemi

aşırı sağcı bir eylem olarak sınıflandırdı. 3 Kasım 2020’de yaralananlar ve yakınlarını

kaybedenlerin tazmin edilmesi için

1,2 milyon Euro tutarında bir fon onaylandı. 221 yaralıdan karar tarihinde

82’si hâlâ hayattaydı.

1940 tarihli fotoğraf Reinhard Gehlen’i Wehrmacht üniformasıyla

bir grup Alman subay ve asker önünde gösteriyor. Gehlen,

1941’de Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırısının

lojistiğinden sorumlu olanlardan biriydi.

1941 sonunda Wehrmacht’ın doğu cephesinde yaşadığı ilk yenilgilerden

sonra Gehlen istihbarat servisine atandı. Görevleri arasında

ordu yönetimine Sovyet kuvvetlerinin durumu ve niyetleri

hakkında bilgi sağlamaktı.

Faaliyetleri kapsamında Gehlen, Yahudilere,

Sovyet savaş esirlerine ve sivillere karşı işlenen suçlara karıştı.

Doğudaki imha savaşında yaklaşık 30 milyon

Sovyet vatandaşı öldü. Almanya’nın yenilgisinden

sonra Gehlen Mayıs 1945’te Amerikalılara teslim oldu. Batılı Müttefiklerin

yakında Sovyetler Birliği’ne karşı ittifak kuracağını

tahmin ediyor ve bu durumdan faydalanmayı planlıyordu. Böylece Sovyetler Birliği ile ilgili

derlenen gizli servis dosyalarını varillere saklayıp bunları

Bavyera’da toprağa gömdü. Hesabı doğru çıktı: 1946’dan sonra ABD’nin finanse ettiği

ve kendi adını taşıyan “Gehlen Örgütünü” kurdu.

Reinhard Gehlen, Amerika Birleşik Devletleri ile

inandığı için çalışmıyordu. Aksine bu faaliyette, zaten var olan

antikomünist zihniyetine ve ceza kovuşturmasından korunabileceği

kendine bir yer bulmuştu.

 

Nasyonal Sosyalizmin ateşli bir destekçisi, antisemit

ve antikomünistti. Amerikan dış istihbarat servisi

Gehlen’den hiç memnun değilken 1956’da

Almanya’nın Federal İstihbarat Servisi’nin (BND) kurucu başkanı oldu. BND kadrosu

neredeyse sadece Wehrmacht istihbarat servisi zamanından kalma “eski arkadaşlarıyla”

dolduruldu ve bu arkadaşlar Federal Almanya Cumhuriyeti’nde kariyerlerine

rahatsız edilmeden devam ederek

cezai kovuşturmadan da kurtuldular.

Mahkemedeki duruşmasında Jennifer W. yüzünü

bir klasörle gizliyor. Duruşmanın sonunda

insanlığa karşı suç, ihmal yoluyla cinayet teşebbüsüne yardım

ve ölümle sonuçlanan köleleştirme suçlarından

on yıl hapse mahkum edilir.

2014’te Jennifer W. “İslam Devleti” (İŞİD) terör örgütünün bir milislerinden biriyle

evlenmek için Irak’a gitmişti. Diğer birçok kadın ve

erkek gibi o da sosyal medyadaki propagandaya

inanmıştı. İslamcı propaganda özellikle halkın tüm kesimlerinden

gençlere ve genç yetişkinlere

hitap ediyor. İslamcılar kasıtlı olarak umudu olmayan

veya kriz yaşayan insanlarla iletişim kuruyorlar.

Mesela, “İslam Devleti” “halifeliğinde” yaşamak

hakikat iddiasında bulunan seçilmiş bir topluma ait olmayı

vaat ediyor. Ayrıca propaganda sözde değersiz

“kafirler” üzerinde güç kullanma sözü de veriyor. Buna ek olarak Şeriat kanunlarına sıkı sıkıya

uyan dindar bir hayat, günlük hayata

düzeni geri vereceğini de öne sürüyor.

 

Kadınların örgüte kazandırılmasından “İŞİD” kadınları

sorumluydu. Bu kadınlar sosyal medyada, seyahat konularında ve bir eş

bulmada yardım teklif ediyordu.

Jennifer W., Irak’ta ahlak polisi olarak çalıştı ve başka şeylerin

yanı sıra kadınlara yönelik katı davranış ve kıyafet kurallarına

uyulmasına yardım ediyordu. Kocasıyla birlikte

Yezidi olan Nora T. ve kızını kendisine köle yapmıştı. Kocası

ikisini düzenli olarak dövüyor ve taciz ediyordu.

Gece yatağını ıslattığı için çocuğu cezalandırmak amacıyla İslamcı kocası kızı bağlayıp

güneş altında susuz bırakmıştı. Jennifer W. müdahale etmeyerek

beş yaşındaki çocuğun ölmesini izledi. Kocası,

tıpkı Jennifer W. Gibi, bir Alman mahkemesinde suçları karşılığında mahkum edildi.

Ocak 2023’te “İslam Devletinin” Yezidilere karşı

işledikleri suçlar Federal Meclis tarafından soykırım olarak onaylandı.

2 Haziran 2019’da, polisin tanıdığı ve Hessen’deki

Neonazi sahnesiyle ilişki içinde olan aşırı bir sağcı uzun süredir

insan hakları ve demokrasi için uğraşan

CDU siyasetçisi ve Kassel eyalet başkanı

Walter Lübcke’yi öldürdü.

Walter Lübcke, Almanya’ya sığınmacıların kabul edilmesini savunduğunu açıkladıktan

sonra sosyal medyada saldırıya uğradı.

Neonazi M.’nin internette bir video yayınlaması üzerine Walter Lübcke

bölge dışında tanındı. Böylece Lübcke aşırı sağcıların düşmanı

haline geldi. Video, siyasetçinin bir vatandaş toplantısında ettiği, ama

bağlamından koparılmış bir cümlesini gösteriyor. Bu videoda

Lübcke Almanya’da yaşamaya ve buradaki değerleri savunmaya

Değdiğini, bu değerleri kabul etmeyenlerin de

ülkeyi terk etme özgürlüğünün olduğunu söylüyor.

Bunun üzerine sonradan katili olacak E., Walter Lübcke’ye yönelik

tehditler ve nefret yorumları yayınladı. Cinayet soruşturması sırasında

failin bir “düşman listesi” bulundu.

 

Bu listede Kassel’in yerel siyasetçileri, gazeteciler ve

Yahudi cemaati üyeleri bulunuyordu.

M., cinayette kullanılacak silahı fail S.’e sağlamıştı.

Öldürüldüğü akşam Walter Lübcke sigara içmek için

evinin verandasına çıktı; burada da kafasına sıkılan bir kurşunla

hayatını kaybetti. Suç anında M.’in suç mahallinde olup olmadığı

netleştirilemedi.

Katil, zaten polis tarafından

tanınıyordu ve ırkçı eylemleri nedeniyle hüküm de giymişti. Sözüm ona birkaç yıl önce aktif

Neonazi ortamından çekilmişti. Ama tıpkı M. gibi o da

bir atış kulübünde silah kullanma alıştırmaları yapıyordu. Walter Lübcke

cinayeti için fail ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.

M., cinayete yardım ve yataklık suçundan beraat etti.

Failin olası destekçilerinin olup olmadığı sorusu

bugüne kadar açıklığa kavuşturulamadı.

Walter Lübcke cinayeti gibi eylemlerle sağcı teröristler,

özellikle siyasetçilerle gazetecileri sindirmeyi amaçlayan

bir korku iklimi yaratmaya çalışıyorlar.

2016 yılında, 92 yaşındaki Zilli Schmidt (kızlık soyadı Reichmann)

SS’in Mart 1943’te Auschwitz’de kendisine dövme olarak işlenen mahkum numarasını

gösterir. “Z”, Nazi Almanyası’nda

sistematik olarak dışlanan, yakalanan, sürülen ve katledilen

Sinti ve Romanlar için kullanılan ayrımcı işareti temsil ediyor.

Zulümden kaçmak için Zilli Reichmann’ın ailesi 1938’de

Thüringen’den günümüz Çek Cumhuriyeti’nin, o dönemde yeni

işgal edilen sınır bölgesine taşınmıştı. Sonra 1940’ta aile Alman işgali altındaki

Fransa’ya kaçtı. Oğlu Wehrmacht’la

orada konuşlanmış olduğu için babası, Sinti azınlığı olarak ülkede zulme uğramayacağını

umuyordu. Buna rağmen ailenin tamamı

Auschwitz’e gönderildi.

2 Ağustos 1944’te Reichmann zorla çalıştırma için Auschwitz’den

Ravensbrück Toplama Kampına sürüldü. Dört yaşındaki kızı aynı gün Auschwitz-Birkenau’da ailenin kalanıyla

birlikte katledildi.

1950’de, Bavyera Eyalet Tazminat Dairesine

“tazminat ödemeleri” için başvurdu. Kendi sözlerine göre,

üzerinde “ırkçı biyolojik testler” yapan

kişileri tekrar gördüğünde “diyecek söz bulamamıştı.”

 

Sinti ve Romanlar, Nasyonal Sosyalizm döneminde bu testlerden geçmek zorundaydı.

Siyasi, dini, sosyal, ideolojik veya

“ırk nedeniyle” Nazilerin zulmüne uğrayanlar tazminat

için başvuruda bulunabiliyordu. Sintilerle Romanlar sıklıkla bu

kategoriye sokulmuyordu çünkü “ırk nedeniyle” değil

“suçlu” veya “işten kaçanlar” olarak zulme uğramışlardı.

1956’da Federal Adalet Divanı bu argümanı onaylayarak

Sinti ve Romanlarla ilgili ırkçı anlatıyı sürdürdü.

Zilli Schmidt’in başvurusu da 1953’te önce reddedildi.

Ama o yıllarca dava etmeyi sürdürdü ve sonunda kısmi bir tazminat aldı.

2022’deki ölümüne kadar

Kızının cinayeti karşılığında tazminat alamadı. Bu konuda 2016’da şunları söylemişti: “Almanlar

Gretel’i öldürebildi ama tazminattan

sorumlu değillerdi.”

Irkçılığı fark ediyor muyuz? 

Irkçılığa gözümüz kör mü? 

Otoriter düşünmeyi bu kadar çekici kılan nedir? 

Eşitsizlik ideolojileri kime yarıyor? 

Tarih ne zaman tarihte kalır? 

Empatimizin sınırı nerede? 

Naziler binici çizmesi mi giyer? 

Kim onlardan? 

Kim onlardan değil? 

Antisemitizm bugün neye benziyor? 

Mağdurlara kulak veriyor muyuz? 

Yüzleşme neden gerekli? 

Bu neden bugün bizi hâlâ ilgilendiriyor?